Adımı verdim başkasına. Onu aldım. On bir harften oluşan bu sandukada bulduğum eski ve boş kâğıtlara, daha önce yazılmış gibi üzerinden geçerek, daha önce onun yazdığı, sözlerin bozduğu ışımaların içinden yürüyüp adımı söyledim. Ben söylerken kalemler yazıyordu. Sustum, sustular. Mürekkebini sözlerimden alan yazı masasında.
Daha uzak bir tepeye konmuş konuşuyorum. Şehirlerimizin ve kıyılarımızın birbirlerine benzemediği ortadayken bir gemi bütün denizleri ve limanları aynı yapıyor. Gemilerin ve tayfaların uğramadığı, her yere benzeyen ve her yer olmaya cüret eden yalnızlıklar koyu benim şunu anlamama yardım ediyor:
Ey uzak koy! Gövdeni uzat bana ki alabileyim kokusunu deniz fenerlerinin. Kokuyla dönülüyor umutla gidilen yerlerden. Karanlık korkutuyor ölülerimizi. Ölüler, kadınlardan daha da çok bekliyor terk edenleri. Terk edenlerse, kokusuz, rüzgârda yönlerini kaybetmiş, nerden geldiklerini unutmuş ve ne olacağını hatırlamaya çalışırlarken ışıkla beslenen kaderlerine doğru kürek çekiyorlar.