1200’lü yılların başında korkunç bir bela sarmıştı İslam âlemini. Moğollar denen, geçtikleri yerde taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmayan istilacıların önünden kaçan insanlar, bir sel gibi sürüklenmeye başlamışlardı. Oğuzlar göç yollarına zaten alışkındı. Önce Orta Asya’dan çıkıp Maveraünnehir’e gelmişlerdi. Daha sonra da Anadolu’ya, Ahlat’a uzanmışlardı.
Süleyman Şah’ın ölümünden sonra Kayıların başına geçen Ertuğrul Gazi, annesi Hayme Ana ve kardeşi Dündar’la birlikte İç Anadolu’ya uzanan göç yolundaydılar.
Ertuğrul Gazi, doru küheylanın üzerinde kafilenin en önünde ilerliyor, arkasından dünyalık adına denkleştirebildikleri bütün mallarını birkaç at üzerinde toplamayı başarabilmiş olan Kayı Aşireti geliyordu.
Türkmenlerin ağır bir ritimle devam ettirdikleri bu gelişin içinde, yüzleri acısından çizgili anneler, yumuk elli bebekler, yaban çiçeği kokulu saz benizli kızlar, yerinde duramayan afacan oğlanlar, ak saçlı ihtiyarlar, şahin bakışlı alpler vardı.
Göç kafilesini taşıyan at arabalarının tekerleklerinin her gıcırdayarak dönüşünde, bu renkli kafile, biraz daha yorgun ama biraz daha umut devşirerek ağır ağır ilerlemeye devam ediyordu. Kayılar, bu ilerleyişin her salınışında bereketli toprakların çağrısını işitiyor, gelecek fetihlerin muştusunu yüreklerinde hissediyorlardı.