Yirmi sene olmuştur. Sirkeci’de, kırık kolu alçılar içinde bir hamal gördüm. Sırtında lebâleb dolu bir küfe, benim ellerim cebimde çıkarken durup nefeslenmeye, azıcık dinlenmeye ihtiyaç hissettiğim yokuştan, inleyen adımlarla çıkıyordu... Yalnız değildim, yanımda başkaları da vardı. Ve mutlak, onlar da görmüşlerdi. Fakat şimdi arasam sorsam, hiçbirinin o kırık kolu alçılar içindeki hamalı hatırlamayacaklarından eminim. Üstelik durduk yerde zihinlerine, delirdiğime dair bir şüphe atmış olacağım! Oysa ben şu kadar sene geçtiği halde, o hamalı unut(a)madım. Ve ne zaman bana, “Yazarlık nasıl bir şey?” diye sorsalar, anlatmaya, “Yirmi sene önce, Sirkeci’de, kırık kolu alçılar içinde bir hamal gördüm...” diye başlarım. Çünkü yazarlığın böyle bir şey olduğuna, insanların hüzün, keder ve elemlerini –neşe ve sürurlarını da elbette– sadece anlamanın yetmeyeceğine, bir de hiç unutmamak üzere hissetmenin gerektiğine de inanırım...
*** Bu incecik kitabın, açık söyleyeyim samimiyetten başka hiçbir iddiası yok. Fakat samimiyet de, iddia ile ol(a)mayacağına göre, demek, hiçbir iddiası yok. İddiası yok evet. Ama emin olun, hatırası çok... –Özkan Öze