Sanki kader ressamı, daima birbirine musallat olan ve biri diğerinin pençesinden kurtulmamaları gereken, vefa, ihanet ve intikam karakterlerini bir göz alıcı bir levha üzerinde toplamış; vefayı, her türlü hüznü, her türlü talihsizliğiyle Dilâşub’da; ihaneti, hayatının her türlü iğrençliğini, her türlü kötü sonuyla Mahpeyker'de, intikamı, her türlü şiddeti, her türlü dehşetiyle Ali Bey'de canlandırmıştı...
Orada bulunanların hepsi ağlaşmaya başladılar. İçlerinden en fazla etkilenen olan Mesud Efendi idi ki, Ali Bey, sözünün her cümlesini bitirdikçe "İnanınız vallahi doğrudur. Zavallı çocuk, beni dinlesen ne olurdu!" diyerek ümitsizce feryat eder, bir de Mahpeyker'in kanlı cesedini ayaklar altında aşağılardı. Zavallı adam, Beyi kurtarmak için mümkün olan elden gelebilecek yardımın hiçbirinde kusur etmedi. Fakat kayırma kabul edilemeyecek bir durum olduğundan, zaptiyeler Ali Beyi götürdüler. Mesud Efendi ise en son insanlığını, Dilâşub'u Fatma Hanımefendi'nin yanına defnettirmek hizmetinde bulunarak gösterdi. Hırvat, yakalanıncaya kadar aldığı yaraların etkisiyle, daha sorgu altındayken geberdi.
Abdullah Efendi, olanları duyduğu zaman o türlü kötülerin hiçbir zaman kurtulamadıktan zayıf kalplilik sebebiyle korkusundan öldürücü felç geçirdi. Yalnız, Ali Bey, birkaç ay hapiste kalarak, hükümet izin verdikçe annesinin mezarına gider; orada gerek onun ve gerek Dilâşub'un kara topraklarını gözlerinin yaşı ile ıslatırdı!
Ne faydası var ki, bu pişmanlık zavallının altı ay içinde kederle mahvolmasından başka bir şeye yaramadı.
Meşhurdur ki:
SON PİŞMANLIK FAYDA VERMEZ