Hava buzz; rüzgâr her şeyi yerinden uçuruyor. O, ayaklarını yere sıkıca basmış, kılı kıpırdamıyor. Kafa tutmuş hem rüzgâra hem soğuğa. Gözleri çakmak çakmak. Ateş kırmızısı. Birden gözlerinden fışkıran ateş, Boreas rüzgârını da soğuğu da yarıp geçiyor. Açılıyor rüzgâr. Savurmuyor hiçbir şeyi. Susuyor hava… Gittikçe yükseliyor bir ses avaz avaz:
– Onlarca şey yazıldı, binlerce şey söylendi de kimse beni düşünmedi. Hiç kimse benim duygularımı önemsemedi. Önce kırıldım, ağladım gizlice. Sonra insanlar, dedim; ahh! İnsanlar…
Orta Tunç Çağı’ndan geldim ben bu topraklara. Yani Milattan önce 1800’ler. Buraların coğrafyası o zamanlarda da çok iştahını kabartıyordu bütün kavimlerin.
Boğazda yaşayan insanlara coğrafi konumları üstünlük sağlıyordu. Ne coğrafyaydı ama!.. İnsanlar doğayla işbirliği yaptıkça coşuyordu tabiat... Ben hepsini anlatacağım size anlatmasına da şayet kendi gözlerimle göreyim derseniz, kalkın gidin Çanakkale’deki kazı alanlarına. Kalkolitik Dönem’in Beşiktepe ve Kumtepe yerleşim yerlerini görün.
Kazılarda bulunan çanak çömlekler, sergileniyor Troya Müzesi’nde. Bir zamanlar, yaşamın belirleyicisi olan ama şimdi bu tarz etkisi azalmış eserleri, ‘müze’ dediğiniz yerlere koyuyorlar. Kullanımı artık imkânsız olabilir ancak o çağları hayal edebileceğiniz, bütün eşyaların yeni evidir müzeler.
Troya demişken asıl yaşadıklarım oradadır. Ahh! Troya... Gerçekten uygarlık ve ticaret merkezi olan Troya… İlk Tunç Çağı’nın Troya’sında hayvancılık önde gelirdi. Yünler, taş ağırşaklarla eğrilir, dokumacılık yapılırdı. Tarımı da bilirlerdi, el değirmenlerinde tahıl öğütmesini de.
Troya Müzesi şahidim olsun ki mimaride de diğer insan topluluklarından daha ileriydiler. Taş temel üzerine, kerpiç evler içinde oturur, ocaklarında yemeklerini pişirerek yerlerdi. Milattan önce üç binlerden söz ediyorum size. Düşünün. Arkeologlarınıza sorun; ocakları, deniz kabuklarını, sığır-kuzu-koyun gibi hayvan kemiklerini bulmuşlar mı bulmamışlar mı? Obsidyen taşından yapılmış bıçaklar var mıymış, yok muymuş? Troya I kültürü, Batı Anadolu’ya hatta Ege Adaları’na bile yayıldı. Midilli Adası’na, ya da Thermi’ye gittiğinizde sorun öğrenin.
Ah o yangın!.. Bir duyduk ki kül etmiş I.Troya’yı… Hemen toparlandılar, kurdular yeniden iki bin beş yüz yıllarının II.Troya’sını... Bir farkla tabii. Artık çoban liderler yoktu topluma önderlik edecek. Bildiğiniz kral-kraliçelere benzer yöneticiler türeyiverdiler. Hem de kendilerine farklı konutlar yaptırarak…
Şu insanoğlu, farkını, kendisine sağladığı konforuyla ortaya koymuyor mu çıldırıyorum. Hak edecek ne yapmış, biz ona bakarız. Hayvanlar âlemimizin baş kuralıdır bu.
Neyse, öyle böyle asırlar boyunca sürdü buralarda yaşam. Toya VI’ya gelindiğinde, Orta Tunç Çağı başladı Dünya’da. Milattan önce 1800-1300 yılları arasında yer yerinden oynadı:
Atlılarla gelen yabancılar, İlk Tunç Çağı Troyalılarını egemenlikleri altına aldılar. Coğrafya bile dayanamadı bu haksızlığa. Büyük bir depremle yerle bir etti Troya’yı. Yıkıntıların üzerine kurulan Troya VII, Homeros’un sözünü ettiği Priamos Troyası’dır aslında. İşte benim şahitliğim de tam olarak bu dönemde başladı. Ne duyup ne gördüysem anlatmak boynumun borcu olsun. ‘Bakılan’ değil ‘gören’ olmaktır kararım. Gerisi mi? Gerisi Troya Müzesi’nde, katman katman, Troya kazılarında sunuluyor bugünkü Dünya insanına.