Dünya gündemi, ülke gündemi sürekli değişiyor; değişmeyen nihâî gündem ise, “hak-bâtıl dâvâsı”!.. Gerçekten olup bitenlere, serinkanlı ve uzaktan şöyle bir baktığımızda, dünya kuruldu kurulalı bu kavga hiç bitmemiş; bazen isimler, tarihler, mekânlar, aktörler değişmiş, fakat işin özü hiç değişmemiş.
Bir tarafta Allâh’ın indirdiği din, gönderdiği kitap ve peygamber var; diğer tarafta ona karşı cephe alıp kendi bağlandığı sahte tanrıları cepheye sürenler… Bu sahte tanrılar, bazen insanın nefsi olmuş, bazen gizli-açık şeytanın kendisi olmuş, bazen güneş, ay, yıldızlar, kâinattaki çeşitli bitki ve hayvanlar, bazen de kendisini tanrılaştırmaya çalışan insanlar olmuş.
Farklı sûretlerde, farklı vasıflarda ortaya çıksa da bütün sahte tanrılar, güneşte erimiş, hakikat ortayı aydınlattığında gecenin zulmetine saklanmış, ortadan kaybolmuş. Buna rağmen hep var olmuş, bir taraflarda… Çünkü ona bel bağlayan, onunla rant devşiren, onunla büyüdüğünü düşünen insanlar hep olmuş.
Müslümanların gerek bu şekilde “gözle görünen sahte tanrılara” karşı, gerekse bazı insanların kendi nefsânî meyilleri sebebiyle “tanrılaştırdığı” mala, mülke, şehvânî hislere, dostluk ve dünya ihtirasına karşı bir tavrı vardır. O, hep Allâh’ın yanındadır, hak ve hakikatin yayılması için mücadele eder. Sahip olduğu veya başka bir tabirle dünya hayatında kendisine emanet verilmiş her şeyle; canıyla, malıyla, aklıyla, gönlüyle Allâh’ın dininin yücelmesi için cehdeder, seferber olur. Bu hususta yorulmak bilmez, şartların çetinliği onu gâyesinden döndürmez. Hattâ ne kadar zor şartlar altında olursa, o kadar bilenir, gayreti kuşanır. Çünkü cennet yolu, güllük gülistanlık değildir. Emek vermeden, alın teri dökmeden, çileden geçmeden cennete kavuşulmaz.
Müslümanın gayret ve mücadelesi, çift yönlüdür. O, Allâh’ın dâvâsının yüceltilmesine (Îlâ-yı Kelimetullah) imkânları nisbetinde gayret gösterirken, bu mukaddes yolda tek başına olmadığını bilir. Allâh’ı, Rasûlü’nü ve mü’minleri kendisine dost ve yâren seçer; maddî olarak ne kadar zayıf bir hâlde olurlarsa olsunlar, izzet ve şerefi sadece onların yanında arar.
Bu mücadelenin diğer yönü de, Allâh’ın dinine karşı savaş açanlarla ilgilidir. Müslüman, Allah düşmanlarına dostluk gösteremez. Kalbinde zerre kadar bile, küfre, şirke, nifaka muhabbet besleyemez.
Onun tarafı belli, safı nettir. O, hep mü’minlerin yanındadır, kâfirlerin karşısında… O, hep mazlumların yanındadır, zâlimlerin karşısında… O, hep hak ve adaletin yanındadır, bâtıl ve zulmün karşısında…
Gün olur, taraflar bir toz bulutunun altında sâfiyetini kaybedebilir. Îman firaseti ile bakan mü’min, beyaz pirincin içindeki beyaz taşı görürcesine, safını yine doğru olarak tesbit eder. Bazen rehberi Kur’ân ve Sünnet’in öğrettiği net mesajlardır, bazen düşmanının “bir millet” olarak beraberce mevzi almasıdır. O, dostunu, bazen düşmanının husumetinden anlar.
Fitne devirleri, hak ile bâtılın sûretâ birbirine karıştığı devirlerdir. Böyle devirlerde mü’minin sevgi ve nefreti doğru olarak kullanması, onu birçok savrulmadan, badirelerden kurtarır. Muhabbet, lâyıkına; nefret de müstehakkına gösterildiği kadar insanı yüceltir, aksi hâlde ise onu felâkete sürükler.
Hiç bitmeyen nefsimizle mücadelenin, tekrar ve yoğun olarak yaşandığı bereketli üç aylar iklimine girmiş bulunuyoruz. Biz de Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in duâsıyla yakaralım: Allâh’ım; bize Recep ve Şaban ayını mübarek kıl ve bizi Ramazan ayına ulaştır. Âmin.