Muhterem Okuyucularımız
Evimize çekildiğimiz bugünlerde, dünyanın meşgalelerinden yeterince fırsat bulamadığımız bir hayâtî gündeme odaklanalım: Kendimize, âilemize, çevremize, dünyada olup bitenlere bakıp tefekkür edelim.
Tefekkür; düşünme, akletme… İçten içe muhasebe etme… Kılı kırk yararak kendimizi tanıma. Nereden geldiğimizi, niçin yaşadığımızı ve nereye gideceğimizi düşünme…
Biz neredeyiz? Göz açıp gördüğümüz bu âleme, aklı başında biri olarak ilk defa düşmüş gibi etrafımıza bakalım; alışkanlıklarımızı kırarak hayret gözüyle seyredelim. Bu göz, kaş, bu yüz, bu vücut kimin eseri? Her biri yerli yerinde mi? Başka bir yerde, başka bir şekilde yaratılsaydık hayatımız nasıl olurdu?
Dünya nasıl bir yer? Toprak, su, hava, yeryüzü, gökyüzü nasıl var olmuş; nasıl düzen içinde milyonlarca yıldır devam ediyor.
Gökyüzüne yıldızlar nasıl serpilmiş? Bizim hayatımızda geceleri ortaya çıkan bir kandil olmanın ötesinde ne kıymetleri var? Ay, güneş, yıldızlar, gezegenler, galaksiler ne büyüklükte? Bizim onlara kıyasla varlığımız ne kadar?
Bizim dışımızda ve bizden önce başlayan, bizim müdahalemiz dışında mükemmel şekilde her an tıkır tıkır işleyen bu sistemi kim kurdu? İçimizde ve dışımızda, makro âlemde ve mikro âlemde nasıl bir bilgi, hikmet, ustalık, maharet ve kudret var?
Kendini her şeyin merkezinde gören insan; aslında koskoca tarihe, uçsuz bucaksız kâinâta kıyasla şu küçücük dünyanın neresinde?
Bu dünyadaki kavgalarımız, meşguliyet ve koşuşturmalarımız ne için? Niçin yaşıyor; zamanımızı, gücümüzü, enerjimizi, hayallerimizi, düşünce ve duygularımızı hangi uğurda tüketiyoruz?
Ömrümüzün hangi durağındayız; hiçbir şeyden haberi olmayan bir çocukluk mu, arzuların delice aktığı gençlik çağı mı, ince ince hesaplar yaptığımız, uzun vadeli planlarla gecemizi-gündüzümüze kattığımız orta yaşlarda mıyız? Yoksa unumuzu eleyip eleğimizi astığımız, artık ne olacağımızın son sınırlarına vardığımız, ömrümüzü geriye doğru bakıp hayıflanarak geçirdiğimiz ihtiyarlık devrelerinde miyiz?
Gelin, bu ay hep beraber düşünelim: Kendimizi, hayatımızı, peşinde koştuğumuz hayal ve hedeflerimizi… Kırdığımız insanları, haklarına girdiğimiz eşimizi, çocuğumuzu, işçimizi, anne-babamızı… Bu dünyayı, ölümü ve peşinden gelecek çetin hesap gününü…
Elbette ve öncelikle Allâh’ın sıfat ve isimlerini düşünelim. Allah, bizi kendisini tanımamız, bulmamız için yaratıp bu dünyaya göndermedi mi? Bu dünyada yaşamamızın en temel sebebi, O’na inanarak kulluk yapmak değil mi? Peki, bu inanç; duygu, düşünce ve davranışlarımızda, kısaca hayatımızda ne kadar merkezde… Biz, îmânla mı bakıyoruz, insanlara, olup bitenlere ve kâinâta; yoksa alışkanlık, vurdumduymazlık ve isyanla mı?
Gelin, bu ay, Rabbimizi tanımaya, O’nu düşünmeye, başka bir ifadeyle kendimize zaman ayıralım. Bu karışık günler içinde, durulalım, sakinleşelim.
Ömrümüzün hangi durağındayız belli değil. Daha kaç gün, kaç ay yaşayacağız belli değil! Ama kesin olan bir şey var; nasıl bugün nefes alıp veriyorsak, yarın muhakkak öleceğiz ve yaptıklarımızdan, her şeyi bilen bir Allâh’ın huzurunda hesap vereceğiz. O gün gelmeden, kendimizi hesaba çekelim. Bugün nefsimize karşı ne kadar acımasız bir hesap çıkartırsak, yarın o kadar rahat bir nefes alacağız.
Rabbimiz, zikrimizi, fikrimizi, şükrümüzü, takvâ ve kulluğumuzu ziyadeleştirsin. Gelecek sayıda tekrar buluşuncaya dek, Allâh’a emanet olun.