Muhterem Okuyucularımız;
İnsanın kalbi elinde değildir, deriz. Bunu kalpten geçen duyguları kontrol edemediğimizi vurgulamak için söyleriz. Halbuki Cenâb-ı Hak, sevgi ve nefret gibi duyguların îman ve şuur istikametinde kontrol edilip yönlendirilebildiğini bize hatırlatmaktadır.
Bir insanın îman ve hidayete erişmesiyle, hayata bakışı, sevgileri, dostlukları, düşmanlık ve nefretleri baştan sona değişikliğe uğrar ya da uğramalıdır. Zira îman, her şeyi tutan “bir şey”dir. Meselâ Allâh’a inandığını söyleyen bir kişi, aynı zamanda Allâh’a/Allâh’ın dinine harp îlan etmiş bir kâfiri ve zâlimi dost edinemez. Küfrü, şirki, isyanı, günahı sevemez. Şayet seviyor ya da sevdiğini söylüyorsa, ya sözü doğru değildir yahut îmanı noksandır.
Diğer taraftan günümüzde fıtrî olan sevgilerde büyük bir taşkınlık yaşanıyor. İnsanlar, sevdikleri erkekler, kadınlar, anne-baba ve çocukları için “her şeyi” yapıyorlar. Fakat dinimiz, “her şeyin yapıldığı”, “her yolun mübah olduğu” bu sevgi şeklini kabul etmiyor. Sevmenin bir ölçüsü ve sınırı olmalı… Aksi hâlde özü itibariyle Rahmânî olan muhabbet ve merhamet, insanı tuğyana ve isyana sürüklüyor. Eşini kıramayan kimse, Allâh’ın haram sınırlarını çiğniyor, çocuğuna söz geçiremeyen ebeveyn helâlle yetinmek istemiyor. O zaman bu sevgi ve alâkalar, kişinin âhiretini mahveden bir karaktere dönüşüyor.
Aynı minvalde gayr-i müslim inanç, kültür, ahlâk ve yaşayışına özenen, bunları sevip benimseyen kimseler yavaş yavaş kendi inanç ve medeniyet havzasından uzaklaşıyorlar. Bir bakıyorsun ki, müslüman anne-babanın evlâdı, bambaşka bir kültürün çocuğu olmuş. Şeytan, mü’min erkek ve kadınların evlatlarından kendi taraftarı olan nesiller çalmış. Aslında bu acı son, “Ne olacak, ufacık şey!” diye küçümsediğimiz özenti ve hayranlıklarımızla başlıyor. İlk adım, son adımın habercisi!.. Bir doğum günü kutlamak, bir yılbaşı kutlamak, kızları erkek gibi, erkekleri kız gibi giydirmek, olur olmaz kıyafetlerle çocuklarımızı süslemek (!)… Daha niceleri…
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ibadet yaparken bile gayr-i müslimlere benzememe gayretinin yerine biz “her hususta onlar gibi olma” gayyâsına düştük. Bu da kalplerimizi onlara yaklaştırdı. Îman ile küfür arasındaki sınırı pek çok kez ihlâl ettiğimiz için “mü’min” olma şeref, izzet ve şuurundan git gide uzaklaştık. Elimizdeki en büyük nimeti kaybettiğimiz hâlde, hâlâ başka kapılarda ümit ve arayış içinde olduk.
Bugün yaşadığımız bu karamsar tablo, sadece bugünün hâsılası değil elbette! Biz, yaklaşık üç asırdır, dostlarımızı, düşmanlarımız arasından seçtik. Allâh’ı, Rasûlü’nü ve mü’minleri dost edinmekten vazgeçtik. Şeref ve îtibarı, izzet ve vakarı, bizi yok etmeye ant içmiş kimselerin elinde ve yanında aradık. Onlar bize her taraftan darbe vurdukça, yüzsüzce yine kapılarına yamandık. Onlar bizi kendilerine benzettikçe, biz hep daha fazlasını istedik. Asırlardır nice insanımızı, nice genç dimağımızı, tertemiz nesillerimizi bu sevda uğruna hebâ ettik. Daha ne zamana kadar bu çıkmaz sokakta yürümeye devam edeceğiz? Daha ne zamana kadar Allah ve Rasûlü’nün hayat ve îtibar veren dininden uzaklaşacağız?
Bugün ekonomik bir buhran var kapımızda… Her ân eriyen bir paramızın olduğunu söyleyip duruyoruz. Ya îtibarımız, ya îmanımız, ya millî-mânevî değerlerimiz… Aslında buradaki yangın daha büyük, daha derin ve daha yakıcı… Maalesef bunu gerçekten dert edinen insanların sayısı da o kadar az ki… Rabbimiz, bu dünyada da, âhiret hayatında da bize merhamet, lûtuf ve ikramıyla muâmele etsin; adâlet ve cezasıyla değil!.. Zira biz, bu zaafa uğramış îman ve sapıtmış düşünce yapımızla daha çok bedeller ödemeye hazır görünüyoruz. Cenâb-ı Hak, muhafaza buyursun!.. Âmin.